Mehmet Akif Ersoy'un Kişiliği

-A A +A

Mehmet Akif Ersoy'un Kişiliği: Edebi Kişiliği

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas Fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren manzum hikâye biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur.

 Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı eserinin plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur.

 Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği anlayışına bağlı kalarak sanat sanat içindir görüşüne karşı çıkmış, libas hizmetini, gıda vazifesini gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır.

 Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.

 Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.
 Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.
 Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensip edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, müphem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.

 Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.
 Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.

 Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.
 Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.
 Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.

 Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da Millî Şâir ismini almıştır.

Mehmet Akif Ersoy'un Kişiliği: Diğer Yönleri

1. Âkif’in Uygarlık Anlayışı
 Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu. Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti. Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı. Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu.

 Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler. Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi.
 İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti. Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir. Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadim şiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu. Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti.
 İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda
 veriyorum.
 “Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder,
 Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!
 Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza
 Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza.
 Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün.
 Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün.
 Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,
 Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere...
 Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne!
 Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
 Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:
 Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
 Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,
 “Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in;
 O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,
 Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini
 Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…

2 . Necid Çöllerinde Âkif
 Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı. Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı:
 “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”
 Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti...
 Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor:
 «...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar....

 İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... »
 Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi
 En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi...
 Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
 Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya.
 Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı
 Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı»
 Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
 Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi.
 «Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”

3 . Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif
 Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti. Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti.
 Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
 Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
 Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale
 Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
 Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.
 Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum!
 Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
 Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
 Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım
 Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım.

4 . Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif
 Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir.

 Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor .
 «Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.
 - Bunlar kim? dedim.
 - Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı
 Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.

 Mithat Cemal devam ediyor;
 - Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!
 Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;
 Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.
 - «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”

5 . Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı
 Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti.

 İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu.
 Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi.
 Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu:
 Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm
 Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.
 Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz;
 Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz...

 Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir.
 Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
 Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz;
 Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;
 Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb!
 Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm.
 Unutmayın şunu lâkin : Zaman : zamân-ı ulûm!

 Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir.
 Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır.
 Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır.
 Eyvah bu zilletlere sensin yine illet,
 Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,
 Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs,
 Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs.
 Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel
 Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.
 Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun.
 “İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun.
 Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden.
 Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen.
 Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ?
 Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!

6 . Meclis’te Mehmet Âkif
 1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur:
 “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...”

 Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır;
 “Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim.

 Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı Milliye'nin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır.

 O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer.

Görmeniz Tavsiye Edilir
Bu içerikler konuyla bağlantılı/benzer içeriklerdir.

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatının Kronolojisi

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatının Kronolojisi

Mehmet Akif Ersoy'un Son Günleri

Mehmet Akif'i hastalıklar artık sık sık yokluyordu. 1935 yılı temmuz ayında, hava değiştirmek maksadiyle Aliye yakınında, Sükel-Garp köyüne çekildi.

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı: Öğretmenliği

4 Ekim 1906 da, esas baytarlık vazifesine ek olarak Halkalı Ziraat mektebi hocalığını da üzerine aldı. 25 Ağustos 1907 de de Çiftçilik Makinist mektebi tahrir hocalığını yapmağa başladı.

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı: Yazı Hayatı

Mehmet Akif, baytar mektebine devam ettiği sıralarda Tanzimat devri son bulmuştur. 0 sıralarda sair Abdülhak Hâmit yeni parlamağa başlamıştır. Yine bu devrin meşhur romancılarından Sami Paşa zade Sezai ise kendisine o zamanlar büyük bir ün kazandıran (Sergüzeşt) isimli romanını henüz yazmamıştır.

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı: Çocukluğu

Mehmet Akif, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde 1873 yılında dünyaya geldi. Babası, Îpek kasabasında doğmuş Hoca Tahir Efendi, annesi ise Emine Şerife hanımdır. Babasına temizliğe olan fazla düşkünlüğünden dolayı Temiz Tahir Efendi derler. Temiz Tahir Efendi, İpek kasabasında bir müddet tahsil yaptıktan sonra İstanbul'a geldi. Burada Yozgatlı Hacı Mahmut Efendiden dinî dersler almağa başladı.

Sosyal Medyada Bizi Takip Edin

Zircon - This is a contributing Drupal Theme
Design by WeebPal.